Salgında tarım-gıda alanında üretim, dolaşım, tüketim ve emek ilişkileri nasıl etkileniyor? Salgına bağlı olarak kıtlık ve açlık tehdidiyle mi karşı karşıyayız? Akademisyen Atakan Büke yazdı.
Atakan BÜKE*
İçinde bulunduğumuz pandemi koşulları tarım ve gıda alanını ayrı bir tartışma ve kaygı odağı olarak karşımıza çıkardı. Giderek artan kaygıların boyutunu yansıtması bakımından, hemen herkesin sormakta olduğu kimi soruları şu şekilde sıralayabiliriz:
Yeni tip koronavirüsün ve genel olarak salgın hastalıkların ortaya çıkmasında ve yayılmasında mevcut tarım-gıda sisteminin rolü var mı?
Salgın koşullarında tarım-gıda alanında üretim, dolaşım, tüketim ve emek ilişkileri nasıl etkileniyor?
Salgına bağlı olarak kıtlık ve açlık tehditleri ile mi karşı karşıyayız?
Küresel ölçekte ve Türkiye’de gıda ve tarım özelinde ve bunlarla ilişkili alanlarda alınan tedbirler neler, bunlar yeterli mi?
Salgınla mücadelenin yanı sıra bu tip hastalıkların etkilerinin azaltılması ve önlenmesi bakımından tarım-gıda alanında kısa, orta ve uzun vadede neler yapılabilir, ne gibi olanaklarımız var?Reklam
Yeni tip koronavirüs ile tarım-gıda sistemi arasında çift yönlü bir ilişki söz konusu. Birincisi mevcut gıda rejimi ile ilgili. Halihazırdaki gıda rejimi, monokültür temelinde endüstriyel üretime, yoğun enerji ve kimyasal kullanımına, çok-uluslu tarım-gıda şirketlerinin kontrolündeki uzun-tedarik zincirlerine dayanıyor. Ve bu rejim salgın hastalıkların ortaya çıkmasında, yayılmasında ve çok daha ağır sonuçlar doğurmasında belirleyici rol oynayan faktörler arasında yer alıyor.
İkincisi sektörün etkilenmesiyle ilgili. Üretim, dolaşım ve tüketim örüntüleri bakımından salgından olumsuz anlamda en çok etkilenen alanların başında tarımsal ilişkiler ve gıda geliyor.
Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, tarım-gıda sistemi pandeminin seyrini şekillendirirken pandemi tarafından da yeniden şekillendiriliyor.
Kovid-19 salgını süresince ortaya çıkan ve şayet zamanlı ve doğru hedefe yönelik gerekli müdahalelerde bulunulmazsa bir gıda krizine dönüşme potansiyeli barındırıyor. Sorunların yönetimi, etkilerinin azaltılması ve uzun vadede ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere yönelik tartışmalar bakımından bu çift yönlü ilişkinin üzerinde durulması gerekiyor.
BURJUVA YABAN HAYAT ZEVKİ Mİ YEREL ‘KÜLTÜREL’ PRATİK Mİ?..
Salgın hastalıkların kaynağı olarak tarım-gıda sistemini işaret ederken konunun bir boyutunu patojenler oluşturuyor. Endüstriyel hayvancılık başta olmak üzere “doğrudan doğruya üretim merkezlerinden” çıkan patojenlerin sayısı ve etkileri hiç de küçümsenmemeli!
Evrimsel Epidemiyolog Rob Wallace ve arkadaşlarının “İnsan kökenli (antropojenik) alandan yakın zamanlarda çıkan ya da yeniden görünen çiftlik ve gıda kaynaklı patojenler” için verdikleri liste oldukça çarpıcı: “Afrika domuz ateşi, kampilobakter, kriptosporidyum, siklospora, reston ebola virüsü, E. coli O157: H7 (bir çeşit koli basili), el ayak ağız hastalığı, hepatit E, listeriya, nipah virüsü, Q ateşi, salmonella, vibriyon, yersinia ve çeşitli grip varyantları.
Patojenlerin yanı sıra bir diğer önemli boyut ise madencilik, enerji yatırımları, kentlerin yayılması, endüstriyel tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin artışı gibi birçok sebeple oluşan ekosistem tahribatı ile birlikte yürüyen yaban hayatın sınırlarının ve doğadaki çeşitliliğin daraltılması. Yapılan çalışmalar, “yeni çıkan insan patojenlerinin” temel kaynaklarından biri olarak vahşi hayvanları işaret ediyor; öyle ki bu patojenlerin “En az yüzde 60’ı vahşi hayvanlardan yerel insan topluluklarına geçerek” ortaya çıkıyor.Reklam
Bu noktada bütün suçu bir takım ‘lüks’, ‘marjinal’, ‘burjuva’ yaban hayat zevklerine ya da bir takım ‘yerel’, ‘kültürel’ pratiklere yıkmak, bu patojenleri ortaya çıkaran karmaşık toplumsal süreçleri de gizemlileştirmek, görünmez kılmak anlamına geliyor. Zira toprak ve genel olarak doğayla kurduğu ilişki ile neredeyse madenciliğin bir koluna dönüşmüş durumda olan endüstriyel tarımın; ormansızlaştırma, piyasalaştırma, finansallaşma ve toprak gasbı gibi araçlarla doğanın sınırlarını daraltması, yaban hayattaki biyoçeşitliliği yok ediyor ve bu patojenlerin hızla hayvan ve insan topluluklarına yayılmasının da önünü açıyor.
Bu sürecin yine kapitalist tarım-gıda sisteminin birincil derecede sorumluları arasında yer aldığı iklim krizi ile birlikte derinleştiği ve ivmelendiği de ayrıca not edilmeli.
Dahası, endüstrileşmiş tarım-gıda sistemi, çeşitlilik barındırmak yerine, standartlaşma ve öngörülebilirlik doğrultusunda tek tip bir üretim sistemini desteklemekte; bu da patojenlerin öldürücülüğünün ve bulaşıcılığının artmasına sebep olmakta. Örneğin, endüstriyel hayvancılık ve tarım pratiklerinin yarattığı “genetik monokültürler”, popülasyon içinde hastalığın bulaşmasını yavaşlatan çeşitliliğin de ortadan kalkması anlamına geliyor. Tek tipleştirilmiş kalabalık popülasyonlar bir yandan bağışıklık kazanma olasılığını azaltırken, diğer yandan patojenlerin öldürücülüğünü artıracak şekilde evrimleşme ve yayılma hızını da katlıyor.
MESELE SADECE TEKNOLOJİK DEĞİL
Bu noktada altını ayrıca çizmek gerekir ki, endüstriyel tarımın ve gıda üretiminin yarattığı sorunlar üretimin teknolojik altyapısı ile ilişkili meselelerden ibaret değil. Daha doğrusu, karşı karşıya olduğumuz sorunların toplumsal karakterinden soyutlanarak dar anlamıyla teknik meselelere indirgenmesi kendi başına bir sorun.
Burada söz konusu olan esas olarak tarım-gıda ilişkilerinin kamusal fayda ve ekolojik dengelerden ziyade, kâr maksimizasyonunu önceleyen toplumsal, siyasal ve ekolojik örgütlenmesi. Günümüz tarım-gıda sistemi, insanların ve halk sağlığının önüne şirketlerin çıkarlarını koyuyor; yeterli ve sağlıklı gıdaya erişim yerine küresel ticaretin aksamamasını önceliklendiriyor; doğayı farklı canlı varlıkların oluşturduğu bir ekosistem olarak görmek yerine yalnızca bir kaynak olarak görüyor.
Gıdayı neredeyse bir yan ürün haline getiren bu örgütlenme, bitkilerde ve hayvanlarda olgunlaşma süreçlerini de tarım-gıda alanına yatırılmış sermayenin çevrim hızına indirgemeye çalışıyor. Örneğin daha hızlı kâr elde edebilmek adına, hayvanlarda kesim yaşı çeşitli müdahaleler aracılığıyla her geçen gün daha da kısaltılıyor ve bu durum daha güçlü bağışıklık sistemleri içinde de hayatta kalabilen patojenlerin ortaya çıkmasını da beraberinde getirebiliyor.
Gıdanın metalaşmasına dayanan bu toplumsal örgütlenme, uzun tedarik zincirleri ve küresel ticaret ağları ile patojenleri hızla dünyanın bir ucundan bir diğer ucuna taşıyor. Bu uzun tedarik zincirlerine ise çok uluslu gıda şirketlerinin kontrolündeki endüstriyel üretim ve tüketim için gerekli standartları önceleyen gıda güvenliği ve gıda standartları anlayışları eşlik ediyor.Reklam
Diğer bir ifadeyle, halk sağlığını ve ekolojik dengeleri merkeze alan var olan denetim ve kontrol mekanizmaları neoliberal politikalar aracılığıyla ortadan kaldırılırken, bunların geliştirilmesi için mücadele eden toplumsal ve siyasal hareketler de antidemokratik politikalar aracılığıyla baskı altına alınıyor, etkinlikleri kısıtlanarak, engellenerek bir nevi cezalandırılıyor.
*Akademisyen
Kaynak:Tüm Köy Sen